Ah bir denizler kalmıştı elimizde, onlar da kokoş olmuş!
29 Nisan 2013 Pazartesi
25 Nisan 2013 Perşembe
Yeniyetme Narkissoslar
İstiklal de
üstlerine çanta gibi billboardlar asmış 6 delikanlı yürüyor. Müthiş bir kıyafet yoksulluğuna düşmüş
zavallı (!) insanlara; bilmem ne kadardan 29.90 a düşen elbiseler, ayakkabılar
satmayı bir Unesco bilinciyle, sunmayı misyon edinmiş bir alışveriş sitesinin
reklamını taşıyorlar omuzlarında bütün bir gün. Caddede bir baştan bir başa yürüyerek,
elleri kolları alışveriş torbası dolu insanlara bizde daha fazlası var deyip
ağızlarının sularını akıtmaya yeminli 6 genç erkek. Moda köleleri…Aynı dünyanın
başka bir yerlerinde birileri takımının ofsayt sayılıp kabul edilmeyen golü
yüzünden aldığı yenilgiye annesi ölmüşçesine ağlıyor. Popülizmin üstümüze
yapışıp kalmışlığına şaşıyoruz. Bir genç kızcık; aniden bastıran yağmurun akıl
almaz düzlükteki saçlarını bozuşuyla anlamsız, trajik bir yoğunluğa kapılıyor, topuklarını kilit parkelere vuruyor. İnsanlar
karman çormanlaştıkça düzleşiyor. Bizi ne bu hale getiriyor?
Dünyadaki
tüm kötülüklerin anası; modadır, diyor; Charty
Durrant. Pek de ünlü bir gazete ve derginin eski moda editörü. Moda
faşizminin yarattığı tatminsizliğin dünyaya armağanı olan kirliliğin farkına
varmış olacak ki, kendini o fosforlu
yaşamdan kurtarabilmiş. Darısı cümlemizin başına dostlar. İlkokul çağındaki çocuklardan itibaren televizyondan yayılan
bağımlılık ışınların etkisiyle gün geçtikçe daha fazla uyutulan, anında
zayıflatıcı acı biber kapsülleri, sizin yerinize yemek yapıveren fırınlar, sevgili
bulma programları, ne kadar erotiksen o kadar başarılı sayıldığın dans
yarışmaları, futboldaki her bir sarı kartın 45 dk tartışıldığı spor haberleri, iddia
kuponları ,siyasi çirkeflikler,insanı evi yıkılmış gibi bir hüzne sürükleyen
sözde aile dizileri, medyayla sarmaş dolaş , doğallaşmış bir pornografi kültürü ve tüm bunların
arasında hiç birinden eksik kalmamaya çabalayan, nefes nefese bir halk… Bizden
olan ve olmayan birileri; banyosunu, yatak odasını, mutfağını; saç
şekillendirici jellerle, kokulu kimyasallarla, kanserojen emülgatörlerle
doldurup taşırmaya devam ettikçe, çocuklarımız rengarenk kanser kokulu
defterlerini genç kız çeyizi gibi biriktirmeye devam ettikçe, doymadıkça ve
giderek daha da acıktıkça; bir yerlerde minicik eller açlığımızı gidermek için
daha çok çalışacak, daha da az paraya. Daha fazla Silikozis hastası var olacak,
daha fazla kadın en parlak ayakkabıları giyebilsinler diye ;daha fazla koyu
tenli kadın daha fazla hayvan avlayarak derilerini yüzecek. Daha fazla fabrika
daha fazla kemirecek doğanın yüreğini. Daha da fazla ağaç kurban edecek kendini
bu soysuz hegemonyaya.
Bu pazar ekonomisine, hizmet ediş ; sarplaşıp
kendini gerçekleştirebilmenin aksine ; melez oluşumlara, standartlaşmaya,
üniformalı bir biçimde kendini var edebilmeye neden olmakta. Herkes bir
yerlerde bir şeyler için kızıyor, heyecanlanıyor, manikleşiyor. ” canım
kardeşim nedir seni böyle heyecanlandırabilen” diye hırpalayasınız geliyor tüm
bu insanları. Acaba yanlış şeylere mi akıtıyoruz heyecanımızı da gerçekliğe
mecalimiz kalmıyor. Bu küresel tatminsizlik, gösteriş zihniyeti kanser hücreleri
gibi sinsice yayılarak ruhumuzu da ele geçirecek; belli bir gün. Doğallığın
kucağında yaşayan halkların ömürleri kısalacak. İnsanlık son nefesini moda
canavarının koynunda verecek…Ve biz son nefesimizde suya düşen kendi aksına
bakmaya doyamayan Narkissos
gibi aynaya bakarak saçlarımızın nasıl olduğunun kaygısını güdeceğiz…
18 Nisan 2013 Perşembe
12 Nisan 2013 Cuma
10 Nisan 2013 Çarşamba
Karnım Çok Aç
Anladım ben ya tamam. Buldum yani tüm sorun bu. Hani akşamları mutfağa gidip, keşfe çıkarsın buzdolabının önünde çivilenip bir şeyler ararsın ya yiyecek. Bir şeyler de yersin falan, yok olmaz. Başka bir şey istiyodur ya canın. bulamazsın bir türlü. Ancak aslında açlıktır seni böyle abur cubura iten. Açsın işte! 1 tas çorba 3 dilim kuru ekmek yetecektir.
Anladım, hayat karnını doyurmalı insanın. Yaşamını besleyen bir şeyler olmalı ki aç kalmayasın. Hayatındaki insanların, mesleğinin, kentinin karbonhidrat dozları yüksek olmalı. uğraşların da lezzet katmalı hayatına. Şöyle minik bir ayaküstü sohbet, doyurucu olmalı. Oh demelisin sağ elinle vahşice ağzını silip, karnını oğuşturmalısın. Aydınlatmalı sohbetin sözcükleri ruhunu, kalbini.
Açım ben. Hiç bir şey doyurmuyor karnımı, bakınıyorum öyle etrafa; " ne yesem, ne yesem?"
Anladım, hayat karnını doyurmalı insanın. Yaşamını besleyen bir şeyler olmalı ki aç kalmayasın. Hayatındaki insanların, mesleğinin, kentinin karbonhidrat dozları yüksek olmalı. uğraşların da lezzet katmalı hayatına. Şöyle minik bir ayaküstü sohbet, doyurucu olmalı. Oh demelisin sağ elinle vahşice ağzını silip, karnını oğuşturmalısın. Aydınlatmalı sohbetin sözcükleri ruhunu, kalbini.
Açım ben. Hiç bir şey doyurmuyor karnımı, bakınıyorum öyle etrafa; " ne yesem, ne yesem?"
8 Nisan 2013 Pazartesi
Bir Seyahat Envanteri;Çanakkale-1
Yıllardır kasabalarda yaşadığımdan olmalı, böyle güzel dükkanlar görünce kendimi kaybediyorum. Öyle her şeye bayılıp ne alacağımı falan unutup tekrar çıkıyorum dükkandan. burası da Aynalı Çarşı da bi kumaşçı. Hepsini alasaım geldi. Keşke birileri bana " ne diye alacan, makinen mi var, dikiş dikmeyi mi biliyon !" diye çemkirseydi...yine de dayanamadım. Şu Antep İşi dokumalardan hep isterdim zaten, şort yapıcam bundan, maviden de köylü kız elbisesi örgül saçlarımla giyeceğim...
bi de kocaman pastacı dükkanı buldum aman ne hoştu her şey de, işte kalakaldım ne alsam diye. Şu kırmızı şeker hamurundan aldım bari. bi de çiçekli ayna.
amaaan pek mesudum azizim...
7 Nisan 2013 Pazar
VıdıVıdıVıdı
Sonunda hikayemi derleyip toparlayıp yarışmaya göndermeyi başardım. 8 Haziran'da belli olacak. Bu yarışma bir hayli önemli benim için. Genelde öykü yarışmaları kazananları, Posta gazetesi orta sayfalı, hazanlı, yapraklı, terk etmeli öyküler olur. ben de hep çok sinirlenirim. Bu yüzden aslında bu, tarihini kaçırmadan ve jürisine güvenerek katıldığım ilk yarışma. bu yüzden heyecanlıyım.
rumuzum; TOZ
tam da okumalık bir mevsim. bu kitap hakkına uzun uzun konuşacam, ama önce bitirmeliyim.
dün halen sebze mevsiminin gelmemiş olmasından yakınırken, şu yemeği uydurdum ve güzel de oldu. Pratik işte her zamanki gibi.
Size göstermek hiç aklımda yoktu.Aşamaları çekmedim.
un,su,bal,tuz ve azıcık kuru mayayla sert bir hamur yoğurdum. 15 dk beklettim ve açtım hamuru. karelere böldüm. bu kare hamur parçalarını yağda kızarttım. sanırım kepekli un kullandığımdan, hiç yağ çekmediler.
üzerine ;2 tavuk pirzolayı küp küp kesip azıcık tereyağı ve kırmızı biberle çevirdim. hamurların üzerine, tavukları , onun üzerine sarımsaklı yoğurdu ve yoğurdun kankası naneli, biberli tereyağını döktüm coss diye. kıtır kıtır pek de doyurucu bir yemek oldu.
hoşçakalın pek sevgili izleyicilerim...
4 Nisan 2013 Perşembe
Bir Sehpa Hikayesi...
tam olarak evliliğimizle yaşıt ( 30 küsür yıl) (yok şaka tabi, bir sıfır fazla oldu) bir İKEA Lack sehpamız vardı ve mütevaziliğiyle göz dolduruken, sıkıştırılmış suntalı yapısından ötürü resimde görüldüğü üzere yer yer kabarmış, eşin dostun önünde sahiplerini utandırır hale gelmişti. Esasen bir şeyler boyamışlığım vardır da, evin orta yerinde duracak bir obje beni bir hayli düşündürdü, boyama duayenlerine sorup soruşturttu.( bknz: Turuncu Oda)
şunları almakla başladım. hepsi 28 lira tuttu. Çok değil mi yahu? Hırdavatçı adam beni kandırdı mı ki? Hemen siz altını çizmeden ben itiraf edip bu sıkıcı konuyu kapatmak istiyorum ki; evdeki İKEA Lack sehpamı atıp, yepyenisini almak bana 24 liraya mal olacaktı evet. Ama önemli olan işi ucuza,kolaya değil eğlenceliye, içe sinene getirmek...Şimdi hak verdiniz bana değil mi?( tüh vermediniz mi ya?)
Ben aman küçük esnaf kazansın diye Tekzen yerine mahalle hırdavatçısına gitmeye karar vermişken, içeri girince böyle bir erkek (!) dükkanına giren bir kızcağızla şoklara giren dükkan sahibi, elimi kolumu bir yerlere değerim de orayı bırayı kırar dökerim diye galiba, hemen gelip "ne aramıştınız?" diye sordu. neden bi şey aramam gerekiyorduysa! Aramıyorum ki, almaya geldim direk! Büyük bir yasağı çiğnemiş gibi bi eğretiydim o mis gibi pas,küf,boya, tiner kokan dükkanda. Sanki bir İç Anadolu kahvesine tesadüfen dalmış gibiydim. Halbuki ne isterdim o rafları gezinmek, etrafa doyasıya bakınmak...
Önce zımparaladığım sehpaya 2 kat astar boya attım. Yalnız nedense, astarı tinerle inceltmek hiiiç aklıma gelmedi. Zaten neden boyaları inceltilmiş satmazlar anlamam! Yani bu nedenle astar bir hayli yoğun kıvamlı olduğundan, böyle resimdeki gibi dalga dalga durdu. Ama önemsemedim. Zaten eğer ben çok eski türk uygarlıklarının birinde doğmuş biri olsaydım. Hani karakter özellikleri ya da başarılarıyla ilgili isimler verilen bir yerlerde yaşasaydım; adım , Plansız, Damdan Düşme falan olurdu. İnce eleyip sık dokumaktan, pis işlerle uğraşmadan önce üstümü değiştirmekten, bir sonraki aşamayı düşünmekten nefret ederim. Bununla da gurur duyarım:)
(Bir de bira şişelerinin çoğalması kuşlar böceklerden de çok baharın habercisi.) Rüzgarlı havada saçların hep sehpaya yapıştı, inatla bağlamadım. 1 hafta beyaz saçlarla gezdim.
Ertesi gün; astar kuruyunca böyle genişlikleri ve aralıkları değişen bantlar yapıştırdım. Sakın koli bantı yapmayın, boya kalkıverir.
Şimdi bi kaç tane renkli boya almayacağım tabi ki, 50 santimlik sehpa için. Beyazın içine akrilik boyalarımdan döktüm.
Önce yeşil koydum öyle göz kararı.
araları bir ara boşluk bırakarak, rulo fırçayla boyadım.
sonra kalan yeşil boyaya neden bilmiyorum ama kırmızı koydum.
Mor gibi, gük kurusu gibi, gri gibi bir renk oldu. Olsun. Şimdi en heyecanlı yeri, kuruduktan sonra bantları sökmek. Bantları söküp, yağmurun çamurun altında vakit bulamadığımdan bir kaç gün bekletip, vernikledim. İşte böyle bir şey oldu. Halımıza da pek uymamış değil mi? Neyse seneye yine boyarım. Eve yeni bir misafir gelmiş gibi.
işte hikayemiz burada sona eriyor...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)